DİNİMİZDE SİVİL SAVUNMANIN ÖNEMİ

Sivil Savunma kavramı, düşman taarruzları, deprem, sel, tsunami, toprak kayması/heyelan, kaya düşmesi, çığ, kuraklık, fırtına/kasırga/tayfun, volkan patlaması, hava/su çevre kirlenmesi gibi doğal  afetler ile büyük yangın ve kazalarda halkın can ve mal kaybının en az seviyeye indirilmesi, hayati önem taşıyan her türlü resmi ve özel tesis ve kuruluşun korunması ve faaliyetlerinin devamını sağlayacak iyileştirmenin yapılması, savunma gayretlerinin halk tarafından en yüksek seviyede desteklenmesi ve halkın moralini yüksek tutmak için alınacak her türlü silahsız koruyucu ve kurtarıcı tedbir ve faaliyetleri ihtiva eder.[1] Bu kavram, savaş teknolojilerinin gelişmesi (kimyasal, biyolojik ve nükleer silahların kullanılması) ve düşmanın savaş gücünün kaynağı olan sivil halkın ve endüstriyel gücünün hedef alındığı topyekün/ulusal savaşların başlamasıyla II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmış ve kurumsallaşmıştır. Çünkü I. Dünya Savaşı’nda (1914-1918) ölen 9.5 milyon insanın %5’i sivil %95’i asker iken, II. Dünya Savaşı’nda (1939-1945) ölen 52 milyon insanın %48’i sivil, % 52’si asker, Kore Savaşı’nda (1950-1952) ölen; 9.2 milyon insanın %84’ü sivil, % 16’sı asker olmuştur. 6 Ağustos 1945’te Japonya’nın Hiroşima kentine atılan 20 kilotonluk bir atom bombası 300.000 nüfustan 78.000 kişinin ölümüne, 84.000 kişinin yaralanmasına, 60.000 evin tamamen ya da kısmen yıkılmasına, böylece onbinlerce insanın evsiz kalmasına neden olmuştur. 9 Ağustos 1945’te Nagazaki kentine atılan 20 kilotonluk bir atom bombası ise 87.000 nüfustan 27.000 kişinin ölümüne,41.000 kişinin yaralanmasına, binlerce insanın evsiz kalmasına neden olmuştur.[2]

Uluslararası silahlanma yarışının kıyasıya devam ettiği ve bugün 50.000 atom başlığının bulunduğu tahmin edilen dünyamızda insanlığın ne kadar büyük bir tehlike ve tehdit altında olduğu ve bu topyekün saldırı tehditlerine karşı yine çok güçlü topyekün savunma mekanizmalarının geliştirilmesine dünden daha fazla ihtiyaç duyulduğu aşikardır. Bu nedenle devletler, çok ağır sonuçlar doğurması muhtemel  kimyasal, biyolojik, nükleer saldırılar ve tabii afetlere karşı halklarının can ve mal kaybını en az düzeyde tutmak amacıyla daha barış günlerinde onları örgütleyerek çeşitli uygulamalarla bu zor günlere hazırlayan sivil savunma teşkilatlarına önem vermişlerdir.[3]

Ancak burada öncelikle insanlığı helakin eşiğine sürükleyen ve dünyayı adeta bir barut fıçısına çeviren hastalığın doğru teşhis edilmesi ve sonra da uygun tedavi ve korunma yöntemlerinin geliştirilmesi önem arz etmektedir. Evet, bırakın ilahi kurallara uymayı, kendi koyduğu kuralları bile kolayca çiğneyebilen insanoğlunun düçar olduğu bu hastalığın mahiyeti nedir ve nasıl tedavi edilebilir?  Bizce insanlığı böylesi bir uçurumun kenarına sürükleyen asıl neden, insanın yaratılmış olduğu fıtrattan[4] uzaklaşması, özüne yabancılaşmasıdır.

Yüce Allah’ın ahsen-i takvîm[5] üzere yarattığı, kendi ruhundan üflediği,[6] yeryüzünde halife kıldığı,[7] her şeyi kendisi için yarattığı,[8] kendisine şan ve şeref verdiği[9] en özel varlığı olan insan nasıl olur da bu özellikleriyle beraber aşağıların aşağısı[10] derekesine inebilir? Bu noktada İlahi kelam bize insanın iyiliğe olduğu kadar kötülüğe de aynı şekilde meyyal ve kabiliyetli olarak yaratıldığını[11] haber veriyor ki; imtihanın sırrı da zaten burada yatmaktadır. Temiz bir fıtratla yaratılıp kendisine akıl, ilim ve irade verilen insandan bu kabiliyetlerini kullanarak doğruyu tercih etmesi, kendisini terbiye etmesi ve kötülükten uzak durması istenmiştir. Dinler, kutsal kitaplar ve peygamberler de insanı iyiye, güzele, hakka ve hakikata yöneltmek için gönderilmiştir. İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek üstün kabiliyetlerle yaratılan ve kendisini doğru yola çağıran peygamberlerle desteklenen insandan dünyasını ve ahiretini mamur edecek doğru tercihi yapması istenmektedir. Nitekim İlahi ferman, nefsini kötülüklerden arındıranın kurtuluşa ereceğini, onu kötülüklere salanın da zarara ve ziyana uğrayacağını haber vermiştir.[12] İnsanın dünyasını ve ahiretini tercihleri şekillendirecektir.

İnsanın iyiliğe, güzelliğe, mutluluğa ve kurtuluşa atacağı ilk adım, kendini, varlık alemini ve bütün bunları yaratanı tanımasıdır. En mükemmeli ve onun eserlerini tanıyan ruhlar, ona sevgi ile bağlanacak, onun sevgisini kazanmak için gayret gösterecek ve elçilerin peşinden gidecektir. İşte insanı dünyada ve ahirette selamete eriştirecek ve onu her türlü korkudan emin kılacak yegane şey, tek yaratıcıya olan bu imanı ve bağlılığıdır. Bir yönüyle iman insanın emniyet içinde yaşama isteği ve ilahi mesaja teslim olmasıdır. Şu ilahi mesaj iman ile emniyet arasındaki kuvvetli bağı vurgulamaktadır: “İman edip de imanlarını zulümle (şirkle)[13] karıştırmayanlar (var ya), işte (korkudan) emin olmak onların (hakkı)dır. Onlar doğru yolu bulmuşlardır.”[14]

Allah’a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere inanan insana mümin diyoruz. “el-Mümin” aynı zamanda Allah’ın güzel isimlerinden biridir ve emin kılan, emniyet duygusu veren ve bizzat bunu tatbik eden anlamındadır.[15] İnsanlar bu ism-i şerifin tecellisi olarak emniyet içinde yaşamaktadırlar. Bir yönüyle  iman, bireyin emniyet içinde yaşama isteğidir. Allahın “el-Mümin” ism-i şerifinden pay alan mümin, başta kendisine zararsız olan ve başkalarına güven ve itimat telkin eden kişidir. İman etmiş olan insanın hem kendisine hem de başkalarına zulmetmesi/zarar vermesi yasaklanmıştır.[16]  Peygamber Efendimiz de: “Mü’min elinden ve dilinden kimsenin zarar görmediği kişidir.” buyurmuşlardır.[17]

Yüce dinimiz İslam’ın bütün emir, yasak ve tavsiyeleri göz önünde bulundurulduğunda sadece insanın canını[18] değil aynı zamanda aklını,[19] dinini, malını[20] ve neslini[21] de koruma altına alarak kuşatıcı bir koruma kalkanı oluşturduğu görülmektedir. Şirk Rabbimizin affetmeyeceği bir günah olduğu gibi[22] haksız yere cana kıyma, sarhoşluk verici her türlü içki, hırsızlık ve zina insanı ve toplumu helake sürükleyen büyük günahlardandır. Bu nedenle dinimizde bir canı kurtarmak bütün insanların canını kurtarmak gibi, haksız yere bir insanın canına kıymak da bütün insanların canına kıymak gibidir.[23] Bununla birlikte Müslüman olduktan sonra dinden dönmek hoş görülmez.[24] Bir insanın hidayetine vesile olmak kırmızı develere sahip olmaktan daha değerlidir.[25] Yani bir insanın hidayete ermesine vesile olmak da canını kurtarmak gibi değerlidir kıymetlidir.

Yüce dinimiz İslam, bireylere toplumdaki ihtiyaçların ve sıkıntıların giderilmesi noktasında bir çok sorumluluk yüklemiş, karşılığında büyük mükafatlar vadetmiştir. Ancak bazı sorumlulukların tek tek fertler tarafından icrası mümkün olmadığından toplumsal dayanışma ve işbirliği kaçınılmazdır. Savaşlar ve tabii afetler sonucu ortaya çıkan toplumsal felaketlere karşı etkili bir mücadele de ancak örgütlü ve eğitimli kurumsal yapılarla mümkündür. Bu nedenle zor zamanlarda toplumun ve insanlığın yardımına koşacak kurumsal yapılar ve sivil toplum örgütleri içinde yer almak, onlara yardım etmek veya çalışmalarına engel olmamak en önemli dini ve insani görevlerimiz arasındadır. Kur’an’ın ifadesiyle hayırlarda önde olmak, kul için büyük bir lütuftur.[26]

Dr. Selami KURT


[1] https://www.afad.gov.tr, “Sivil Savunmanın Tanımı, Tarihçesi ve Görevleri”

[2] http://sivilsavunma.gazi.edu.tr, “Sivil Savunmanın Tanımı ve Tarihçesi”.

[3] Bkz. https://www.afad.gov.tr, a.g.m; http://sivilsavunma.gazi.edu.tr, a.g.m.

[4] Rum Suresi, 30.

[5] Tin Suresi, 4.

[6] Hicir Suresi 29.

[7] Bakara Suresi, 30.

[8] Bakara Suresi 29.

[9] İsra Suresi, 70.

[10] Tin Suresi, 5.

[11] Şems Suresi, 8.

[12] Şems Suresi, 9-10; A’lâ Suresi, 14-15.

[13] Sahih kaynaklarda nakledilen bir rivayete göre bu âyet geldiğinde müslümanlar, hayat boyunca zulümden uzak durmanın kendileri için mümkün olmadığını düşünerek telâşa kapılmışlar; bunun üzerine Resûlullah âyete şu şekilde açıklık getirmiştir: “Bu sizin düşündüğünüz zulüm değildir. Burada Lokmân’ın oğluna hitaben söylediği “Sevgili oğlum! Allah’a ortak koşma; çünkü O’na ortak koşmak kesinlikle çok büyük bir haksızlıktır” (Lokmân 31/13) meâlindeki âyette geçen zulüm kastedilmiştir” Bkz. Buhârî, Enbiyâ, 41.

[14] En’am Suresi, 82. Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür (bk. 31/13). Peygamber (sas.) de böyle tefsir etmişlerdir (İbni Kesir, III, 761). Çünkü şirk imanı bitirir, amelleri boşa çıkarır. [İmanlarına şirk karıştıranlar için bk. 12/106. İbadette şirk için bk. 18/110].

[15] Metin Yurdagür, Ayet ve Hadislerle Esmâ-i Hüsnâ Allah’ın İsimleri, İstanbul 1996, s. 81.

[16] Bakara Suresi, 279.

[17] Buhârî, İman, 3. 

[18] İsra Suresi, 33.

[19] Maide Suresi, 90.

[20] Maide Suresi, 38.

[21] İsra Suresi, 32.

[22] Nisa Suresi, 48.

[23] Maide Suresi, 32.

[24] Bakara Suresi, 217.

[25] Buhari, Cihad, 143.

[26] Fatır Suresi, 32.